25 Ağustos 2011 Perşembe

ÖZLEM GİBİ BİR ŞEY

    Ben aslında sizi bu camiye Musalla'nın tarihini okuyalım diye çağırmadım. Biraz sabredin, biraz dağılsın şu cemaat. Buyurun şimdi efendim, buyurun! Çiçek tozlarından, kuş cıvıltılarından geçerek, hayrat çeşmelere uğrayarak, buyurunuz. Kafanız takılmasın etraftaki "ruhuna el-fatiha"lara. Her birine okumak sizce zor değil mi?
      Ben sizi aslında sadece şu çocuk mezarını göstermek için de çağırmadım. Mezarlardan gelen seslere aldanıp alengirli öyküler anlatma niyetinde de değilim. İsterseniz dönüp gidebilirsiniz. Ama gelecekseniz lütfen basmayın şu tümseğe, şu başucunda toprak kiri kaplı mermer dikili olana. Lütfen basmayın! Babaannemin günah öğretileri çınlıyor etrafta.     Buyrun şimdi şuradan. İşte benim dünyam: Üstü açık, dört duvar. Kumla dolmamıştı henüz odalar. Pek tanıdık ölmezdi ve ben hep şaşırırdım cenaze namazlarında o zamanlar.
     "Kutu kutu pense, elmamı yerse, arkadaşım Hayat arkasını dönse" oyunu yüreğimde kekre bir tat bırakan son oyunumuzdu. Ha bir de o gün üst yoldan ıskalamıştık bu çukuru. Paralel geçip sarıklı taşlara yönelmiştik. Kardeşlerini mezarlıkta dolaştırıp tuhaf şeyler anlatmak, abilerin alışılagelmiş özelliklerinden değildir. Ve titrek sorulara, esrarengiz cevaplar vererek onları mezarlara sokup sokup çıkarmak... Tekrar tekrar öldürmek... Ve işin iğrenç tarafı bundan zevk almak; pek alışılagelmiş şeylerden değildir. İşte o gün efendim, aynen bugün olduğu gibi akşama değil dolaştık Musalla Kabristanlığı'nı.       İsterseniz makarayı biraz daha geriye saralım. Mesela bir hafta geriye. Biliyor musunuz ben onu her gece yüz kez geri alır, yüz kez yavaş çekim izlerim. Gözlemlerimi sımsıkı kapatır...           Tam bir hafta önceydi. O sıkıcı yaz kurslarından birinden eve dönmüş; bisikleti bahçeye, kitapları odaya fırlatmış; babaannemin solgun yüzünü ve yaşarmış güzünü fark etmeden odanın bir köşesine yığılmıştım. Evde bir durgunluk ki: Görülmemiş. "Bu ev çok sessiz, galiba Fatih yok" dedim, güldüm. Ses yok. "Köye gönderdiniz değil mi?" "........" "Bugün kafamızı dinleyeceğiz demek ki" derken tüm bunları ve dahalarını söylerken araya girdi babam. Hastanede olduğundan, beyin tümründen, ameliyattan, iyileşeceğinden, endişe etmemem gerektiğinden bahsetti. Keşke yanımda siz de olsaydınız. Gözyaşlarını tutamayıp bırakan babaanneme kayıtsız bu işe sevinişimi, onu sapasağlam hayal edişimi bir bilseydiniz. Abartmayın diyordum, taş gibi olacak, artık ikide bir düşmeyecek...           Onu aslında hep kıskandım. Niye dört işlemi kağıtsız kalemsiz yapıyor, niye eve bir sürü "pekiyi" getiriyor. Ukala akrabalara, ekabir cevapları verip yüzlerini kızartıyor; fen kitabında gördüğü labaratuarlık deneyleri evde yapmaya kalkışıyor.   
     
Hastaneyi anlatayım asıl size. Kalabalık, çok akraba, çok vah. Orda, etrafı çiçeklerle, kolonyalarla, bisküvilerle, çikolatalarla kuşatılmış yatakta battaniyeye bürünmüş yatan bizim Fatih. Bu işte bir iş var deyip kulağına yaklaşmıştım.
      "Ne yapıyorsun be, öldün mü?"      "Şşşt. Sus! Böyle hasta numarası çekince bir sürü hediye geliyor."      Bak şuna yine güldüyor beni. Eminim sizi de güldürürdü. Ve dönüp bana: "Ne kadar şanslısın çok sempatik" diye fısıldardınız. O gün nelerden konuştuk bir bilseniz. Doktorlardan duymuş. Kafası traş edilecekmiş. Ameliyat sırasında beyine kıl gitmesi adamı ta ölüme kadar götürürmüş. Ağzını doldura doldura anlatıyor. "Vay anasına!" demişim. "Böyle şeyleri düşünme" demişim. Hastane çıkışı taekwondo kursuna yazdırmaya söz vermişim. Ben niye artık gülmüyorum?      Ameliyat başarıyla tamamlandı efendim. Çok sevindim. Siz olsanız sevinmez miydiniz? Musalla Mezarlığı'na uğradım, çocuk mezarının başına, ablama. Fatiha okudum.           İş birliği yaptığımız zamanlar beni ele vermezdi. Son vukuatımız olan babamın arabasını kaçırma olayında bile, gereksiz yere suçu paylaşmış, beni oda hapsinden kurtarmıştı. Bazen mahallede birinden dayak yer, sonra beni yardıma çağırır, bir de ben dayak yerdim. Bunlar kesinlikle onun bana olan güvenini sarsmazdı.          "Ne kadar çok kurs var" diye söylenirken: "Ah aptal kafam niye acele edersin. Dur dinlensin, dur iyileşsin az biraz. Daha hastaneden bile çıkmadan..." diye düşündüm. Siz de olsanız aynısını yapardınız, en azından çarşıya çıkıp sevdiği şeyleri satın alırdınız değil mi?   
     
Eve Fatih'in henüz kendine gelmediği ama hızla iyileştiği haberleri geliyor. Annem sevinçten ağlıyor. Ben de küstah bir bilge edasıyla "ben size dememiş miydim" türünden boş laflar ediyorum.
      Yerinde duramıyor, oraya buraya koşuyor, sonra 'pat' diye düşüyor. Doktorun vitamin eksikliği teşhisine dayanarak iki tane patlatıyorum. Ağlıyor. "Az yemek yersen böyle olursun" diyorum. "Yollarda beni rezil ediyorsun" diyorum, hala ağlıyor. "Keşke iki dakika önce elimi kör testere ile kesselerdi."           Ya ölseydi. Aman Allah'ım! Bunu düşünmek bile ürpertici değil mi? Aklımdan geçmedi de değil. Ama o gece hep eve döneceği günü hayal ettim. Arabanın kapıları açılıyor, içinden Fatih çıkıyor. Annemin parlayan gözlerini, babamın tebessüm eden dudaklarını hayal ettim. Dedemi, babaannemi, sonra kendimi... İstediği şeyleri bir koşuda alıp getirişimi, şükran dolu gözlerle beni kucaklayışını kurguladım.   
     
Efendim, o sabah telefonla uyandım; epey çaldı. Kaldıran olmadı. Tam doğrulmuştum ki telefona daha yakın olan dedem uzandı ahizesiz konuşma tuşuna. Telefondaki hüngür hüngür ağlayan ses refakatçi akrabamızın sesiydi.
           Çağrı filmini izledikten sonra annemin tülbentlerinden sarık, oklavalardan kılıç yapar, kendimizden geçerdik. O Bilal olurdu ben Ümeyye. Beni kanepeden indirerek oklavayı karnıma bastırır, sonrada onu havaya kaldırarak "güç bende artık! diye bağırırdı. Benim "oğlum öyle bir sahne yoktu" itirazıma: "Ey müşrik sus, sen ölüsün" diye cevap verirdi. Sonra beraber Afganistan'a -salona- gider, hiçbir şeyden habersiz zavallı annemi Rusya yapıp onunla çarpışırdık. Sonra o annemin terliği ile şehit düşer, ben de dayanamaz ağlardım."             Herkes uyuyordu, dedem ve ben hariç. Dedemi ağlarken hiç görmemişim. Soğukkanlı akrabalarımı arıyorum, "alo" diyorum, "Fatih var ya" diyorum, "öldü!"... Gözlerim kupkuru, yalnız ve yalnız boğazım, düğümlenmiş, yutkunamıyorum. Üşüyorum. Annem duymasa, ah annem!..          Siz kime söylerdiniz ilk? Ben de öyle yaptım ama babama anlatırken annem uyandı, sonra babaannem. O sabah o sesle uynadım işte efendim. Ömür boyu ürpereceğim ahizesiz telefon sesiyle...         Hayal etmiştim. İşte geldi. Arabaya sığacak şekilde uzatmışlar. Beyaza sarmışlar. Niye tepkisizim; bunun bir oklava işi olmadığı açık. Niye böyle kadınlar... Feryatlar... Amcam bile ağlıyor, koskoca adam. Babam Allah'a dua ediyor. Beyaz açılıyor, köpüklü şey göğsünde dolaşıyor. Beyaz dolanıyor. Kadınlar... Ah annem! "Hilal'in yanına gömülsün" diyor. Tutuyor beni bağrına basıyor. Omzumda kırk el, kırk teselli. Uğultular, musalla, tekbir...           Ben sizi buraya birşey anlatmak için çağırmadım. Ne Musalla'dan ne hüzünlü öykülerden... Lütfen anlamsız sorular sormayın bana. Lütfen öyle bakmayın henüz kazılmamış mezarlara. Hem belki ıskalamışızdır ha?